Bir kıssadan bin hisse.
Ay vardı, ışığı geceyi böldüğü vakit…
Ayın içinde tutsak kalmış bin bir derviş, yazdan kalma ılık bir gün. Esen rüzgâr yağmurun seslenişi ve birde betonlara hapsedilmiş insan topluluğu…
Bu sessizliğin hikâyesidir!
Güneşin turuncu batışı onu tekrar Rauf’un yanına götürdü. Beraberce yaşanılan dostluğun hatırı, bir o kadarda aradan geçen zamanın ıraklığı çekingen davranmasına yetiyordu. İçindeki manevi ses ona git dedikçe şakaklarından terler akıyor, ayakları o dosta, Rauf’a götürüyordu. Rauf dediğime bakmayın o bazen bir âdem, bazen yusufçuk kuşu, bazen de Yusuf’un ta kendisiydi.
Kuyu vardır derin, ay vardır doğmaz, Allah vardır görür!
Korna sesleriyle yeterince iğrençleşen insanların içinde gözleri kaldırım taşlarını sayar, dudakları bir türkü tutturur, öylece yürürdü. Vilayet-i melalin çirkin sesini biraz önce yanından geçen üstü başı toz içinde, saçı sakala karışmış bir deli böldü: ‘’Fe firrû illâllâh!’’
İlk başlarda anlam verememişti bu söze. Onun gibi daha nice insanda boş gözlerle meczubu izliyor, kimisi de gülüp geçiyordu. Ama biraz önce yanından geçen kişinin seslenişi, Derviş’in aklından çıkmıyordu.
‘’Fe firrû illâllâh!’’
*
Gönlü mefsedetin içinde kalan, kalbini paklığa kavuşturacak dostun yanına varmış, bir ağacın yanına dikelip öylece seyrediyordu dostunu. Rauf’un kafasını yerden kaldırmayarak insanlığa yine bir ders verdiğine şahit olmuş, gülümsemişti. Fark etmişti Rauf geldiğini… Aradan geçen günleri hiçe sayarak seslendi dostuna: ‘’Ne bekliyorsun uzakta, ufukta kan vardır. Hadi gel sohbet-i hurma eyleyelim.’’ Derviş’in kalbi hızlanmış, titrek ve ürkek bir şekilde nede çabuk unuttu aradan geçen günleri düşüncesinin sevinciyle yanına oturmuştu. Fakih Baba hiç bekletmeden çayları getirmiş, dostu Rauf’ta cebinden hurmaları çıkararak sessizliği şu cümlelerle böldü: ‘’Biliyorum, insan Rauf’u unuturda bir ormanı, bir o nehri birde geceyi aydınlatan ayışığını unutmaz.’’ Derviş yine her zamanki gibi Rauf’un düşünce tasavvuruna sokan cümlelerini idrak-ı terazisinde biçimlendirmeye çalışırken gözlerini kapamış, esen rüzgârın ritminde hafifçe sallanarak istiğrak haline girmişti. Uzaktan bakıldığı zaman anlamsız gelen bir görüntü olsa da, derviş iç dünyasında yıllar önceye o geceye gitmişti.
*
Orman vardır yeşili sesler, su vardır berraklığı haykırır. Bu uygunluğun içerisinde yürürken derviş, bir ses işitir iliklerine kadar… Duyduğu bu ses ne ormanın ne kuşların nede havanın sesidir. Hoş olur gönlü Derviş’in. İçi huzurla dolar… Sesin geldiği yöne doğru yürümeye başlar fakat aradan kısa bir vakit geçince, kendini istemsizce koşarken bulur Derviş. Koşmanın verdiği o yorgunluk, biraz sonra karşısına çıkan nehirden koşulsuzca su içmeye yöneltir onu. Suyunu içip, kafasını kaldırdığı vakit karşısında biraz önce onu sesiyle evla eyleyen kişiyi gördü. Elini uzatsa eli yetmez, konuşsa sesi duyulmaz. Boğulacağını bilse de suya atlamak istedi Derviş. İşte o an… Gök çöktü, yer yarıldı sanki! Demin ki güzel hava kendini sert rüzgâra, sessiz gökyüzü ise yerini doluya bıraktı. Güneş söndü, ay doğdu, ışığı nehre vurdu. Karşısında ki sesin sahibi yükseldi göğe, aya karıştı…
*
Fakih Baba’nın ‘’Taze çay getirdim evladım.’’ demesiyle sessizlik bozulmuş, Derviş istiğrak halinden çıkmıştı. Düşünceli gözlerle Rauf’un yüzüne bakıyor, ondan bir şeyler demesini bekliyordu. ‘’Bak Derviş! Aynaların ve maddelerin içine hapsolmuş dünyadan kendini kurtarıp, kâinatın aynasına, ilahi maneviyata bakabildiğin vakit bedenine sığmayan ruhunu özgürlüğe kavuşturursun. Baksana etrafına, bedenlerine hapsolmuş köle ruhların dünyası burası. Ve sen yalnızca aya yükselip ışığıyla meşk olduğun gün hürriyetine kavuşacaksın. Öğütlerimi iyi tut ve şimdi git gece seni bekler’’ dedi.
Ve yürüdü derviş, yanıp sönen sokak lambalarının arasından. Arkasına dönüp baktığında ona el sallayan onlarca insan… O ise bedenlerine hapsolmuş kölelere bile aldırmadan ruhuna şunu fısıldıyordu:
Ay ve ışığı, gidiyorum!