Anadolu Toprakları binlerce yıldır çeşitli kavimlerin yurtluğuna ve bir o kadar kavmin göçüne maruz kalmış bir coğrafyadır.
Malazgirt Savaşı ile beraber Müslüman Türk Nüfusu hızlı bir şekilde bu coğrafyaya giriş yapmaya başladı. Her ne kadar Ortodoks Türkler daha önce gelmiş olmuş olsa da Müslüman Türkler Selçuklu Devleti faktörüyle daha etkin ve daha organize yerleşimler yapmaya başladı.
Günümüz Anadolu, Azerbaycan, Türkmenistan, Irak, Suriye, İran Kuzeyi ve Balkanlar Selçuklu Devletiyle beraber Türkleşti.
Büyük Selçuklu Devletinin 5 ana parça çeşitli atabeylere bölünmesiyle merkezi otorite farklı bölgelere dağıldı.
Coğrafi miras nedeniyle Anadolu( Rum) Selçuklu Devleti günümüzde en bildiklerimiz olsa da Irak ( Musul-Kerkük ) , Suriye ( Halep-Lazkiye) , İran ( Kirman, Horasan ve Azerbaycan ) hatları da Selçuklu Mirası Olan Türk-Türkmen mirasıdır.
…
Osmanlı Devleti döneminde Türkmenler ( Selçuklu devam Türklüğü) , çeşitli iskan politikalarıyla daha batıya doğru ilerlemişlerdi.
İzmit, Bursa, Çanakkale, Edirne, Kosova, Gümülcine, Mora, Selanik, İstanbul, Trabzon, Kıbrıs şehirlerinin fetihleri sonrası Anadolu Türkmenleri bu şehirlere zorla iskân ettirilmişti.
Özellikle Karamanoğlu beyliği tebaası olanlar bu bölgelere yerleştirilmişti.
Örneğin İstanbul’da ki Aksaray semti, Karamanoğlu Beyliğine bağlı Aksaray vilayetinden gelenlerin oluşturduğu bir yerleşke olduğu için bu adla adlandırılmıştı.
Günümüz Yunanistan ve Bulgaristan ve Kıbrıs Coğrafyasında ki Türklerinde kökü büyük bir oranda Karamanoğullarına dayanmaktadır.
İşin tarihsel akışına demografik bir özet sunarsak eğer günümüz Türkmenistan’ından, Bosna Hersek’e, Kuzey Kafkasya’dan, Orta İran’a kadar olan bölge, aynı millet ve kültürün bütünüydü.
…
1699 yılı itibariyle toprak kaybetmeye başlayan Osmanlı yavaş yavaş küçülmeye başlamıştı.
Fetihler neticesinde aldığı topraklara yerleştirdiği Türk nüfusu artık yeni ülkelerin baskı ve işkencelerine maruz kalmaya başlamıştı.
Orta Avrupa içlerine kadar ilerlemiş olan Türkler sindirilmeye çalışılıyordu.
Bu sindirilme son iki yüzyıla kadar seyrek olarak seyretse de son iki yüzyıldan itibaren hızlandı.
Kuzeyde ve Doğuda ki Rus ilerleyişi, Batıda İngiltere ve Fransa’nın desteklediği küçük devletçikler Osmanlı Devletinin topraklarını kaybetmesine doğal netice olarak daha önce o bölgelere yerleştirdiği Türkleri, bir önce ki merkez olacak şekilde geri iskân etmeye başlamıştı.
Kafkasya ve İran coğrafyasında ki Türklerin üzerine kâbus gibi çöken Rusların yanı sıra Doğu ve Orta Avrupa coğrafyasında Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar ve Diğer Milletler Osmanlı devletini kabuğa doğru çekmeye başlamıştı.
20 yüzyılın başında ise farklı bir coğrafyada yeni ayaklanma ve infialler baş gösterecekti.
Bin yıldır Halep, Lazkiye, Musul, Kerkük bölgesinde ki yoğun Türk nüfus, İngiliz destekli Arap isyanları ile daha da kötü bir durumla karşılaşıyordu.
Kanal, Filistin ve Hicaz cephelerinde ki mağlubiyetler, Medine Müdafaası ve Kut’ul Amere zaferine rağmen, Ortadoğu’da ki bin yıllık Türk hâkimiyetinin sonunu hazırlamıştı.
19. yüzyıl ise Kafkasya hâkimiyetinin sonuydu.1828 -29 Osmanlı Rus Savaşları, Yunanistan’ın bağımsızlığını desteklemek için Rusların başlattığı bir savaştı ve akıbeti Osmanlı için hiç hayır olmadı.
Batıda İstanbul’a kadar Doğuda ise Erzurum dâhil ilerleyen Rus Çarlığı artık kendine ait olmayan Kafkasya’nın tek otoritesiydi.
…
İlk kitlesel göçler bu dönemde başladı. Daha önce Osmanlı Tebaası olan Kafkas Türkleri yavaş yavaş Anadolu’ya doğru gelmeye başladılar.
1828-29 ilk kitlesel göç dalgasıydı. Türkler en güçlü Türk Devleti olan Osmanlı Devletinin en doğu ucuna doğru göçe başladı.
Aynı Rusya Kafkasya’da ikinci büyük Müslüman nüfus olan Çerkezleri ( Adigeler , Şapsığlar , Ubıhlar , Abazhalar ve diğer boylar ) 1861 yılında zorunlu göçe tabi tuttular. Bugün ki Soçi limanından( ki bu şehir sadece bu iş için kurulmuştur.) binlerce Müslümanı zorunlu bir şekilde Osmanlı devletine sürdü. Samsun ve İstanbul’a yanaştırılan gemilerden sürülen yüzbinlerce Çerkez Osmanlı’nın çeşitli vilayetlerine yerleştirildi.
1877-78 Osmanlı-Rus Savaşıyla beraberde yine kaybeden Osmanlıydı ve kaybedilen Kırım ve iyice baskınlaşan Rus asimilasyonuna maruz kalmak istemeyen Türklerin yeni göç dalgası yine Anadolu’ydu.
Ruslar ve Ortodoks kardeşleri Yunan, Ermeni, Bulgar ve Sırplar Doğu Avrupa’da ise aynı zulmü göstererek Türkleri bu sefer Batıdan Anadolu’ya sürüyorlardı.
1912 yılı Balkan Savaşları yine Osmanlının mağlubiyetiyle neticelenmişti. Trakya’da sondan bir önceki göç dalgası buydu. Selanik ve Edirne artık Türklerin değildi.
1914-18 arasında ise kitlesel göçler bu sefer merkeze doğruydu.
Osmanlı’nın Kuzey, Güney, Batı ve Doğu sınırlarında yaşayan Türkler daha içlere doğru göçmekteydi.
Milli Mücadele başlarken hedeflenen bir Türk Milli sınırı çizildi. Bu sınır Osmanlı gibi geniş coğrafyadan ziyade Müslüman Türk Nüfusun yoğun yaşadığı yerler hedef gözetilerek çizildi.
Bu sınıra ise Misak-ı Milli sınırları denildi. Savaş sonunda Orta Anadolu’ya hapsedilen Türk nüfus ilerlemeliydi. Lakin nereye?
Bu sınırın batı ucu Selanik başta olmak üzere Batı Trakya’yı, Doğu ucu Nahcivan’ı, Güney ucu ise Süleyman Şah Türbesini kapsıyordu.
Güney sınırını daha açarsak Süleyman Şah Misakı Milli sınırının en güney ucudur. Doğudan Batıya bir hat çizildiğinde Halep, Lazkiye, Musul ve Kerkük Türk toprağı olarak görülmektedir.
1923 ise Mübadele yılıydı ve Hedeflenen sınırın dışında kalan Selanik ve Trakya Türkleri Anadolu’ya yerleştirildi.
1950 Bulgar baskılarına maruz kalan Türklerin ilk göç dalgası ve 1989 son göç dalgasında yine Türkiye vardı.
Olmalıydı.
Çünkü bir millet dıştan içe doğru bir coğrafi küçülme yaşıyordu ve merkeze doğru kitlesel harekette oldukça olağandı.
Olağan olmayan kendi kültüründen olmayan göçlerdi. Daha açık bir ifade ile mülteciler.
1991 yılında ki ilk Körfez savaşı, Irak sınırımızda sayısal rakamla 1,500,000 ile 2,500,000 mülteciye ev sahipliği yaptı. Bu mülteciler savaşın koşullarına karşı istemsiz bir göç dalgasından nasiplendiler. Lakin BM ve dönemin hükümeti bu krizi iyi yönetemedi. O bölgede etkin olmaya çalışan Bölücü Terör Örgütü bu göç dalgasını kendi lehine çevirdi. Daha merkezileşen terör yapılanmalarına Kuzey Irak bölgesinde uydurulan bir devlette eklendi. Musul ve Kerkük gibi önemli Türk şehirlerinin yanı sıra diğer Türk şehirleri de ABD kuklası bir türev devlet tarafından baskıya maruz bırakıldı. Demografik olarak o bölge için planlanmış yatırımlar daha kontrolsüz bir hal aldı. Uyuşturucu ticareti ve kaçakçılık bu bölge için gözbebeği oldu.
Neticede mülteci kontrolsüzlüğüyle başlayan süreç o bölgenin denetimini minimize etti.
2011 yılında başlayan Suriye iç savaşı ise bize 3.000.000 kişiyi mülteciyi kabul etme sürecini başlattı.
Yine BM ve dönemim hükümetinin denetimsiz göç kabul politikaları ise işi çığırından çıkaracak bir sürece sokmuştu.
Güney vilayetleri başta olmak üzere Türkiye’nin birçok yerine dağılan bir kitle göçü.
Başka bir dil, başka bir kültür ve toplumsal alışkanlıklara sahip olan bu mülteciler; sağlık başta olmak üzere kriminal denetimleri olmadan şehirlere gönderildi.
Türkiye’de yok edilmiş olan birçok hastalık yeniden canlanmış, kendi iç suç profiline dış suç profillide eklenmişti. Ayrıca Selefi-Harici İnanç metodolojisi inanılmaz bir hızla büyümeye başlamıştı.
Üç ayrı konu hiçbir şekilde dikkate alınmadı veya çok az dikkate alındı.
Toplumları etkileyen üç ana başlık olan sağlık, sosyal ve inanç uyumsuzluğu dikkate almadan yapılan gayri-ciddi mülteci politikaları ilerleyen zamanlarda, sağlıksız nesiller, suç oranı artmış yerleşimler ve işid besleyeni selefiler olacaktır.
Suriyelilere verilmesi planlanan vatandaşlık hususunda bu parametrelerin yanı sıra toplumsal kabulün önemide dikkate alınmalı.
Ülkede mevcut ihtiyaç sahiplerinin ve vergi adaletsizliğinin yaşanmasını kanıksamış milletin yanına başka birinin oturmasını nasıl karşılayacak.
Yaratacağı, toplumsal tepkilerin Türkiye içerisinde Suriye iç savaşına sebep olmaması göz önünde bulundurulmalıdır.
Klasik eylem-söylem şakşakçılığı ve anlamsız beyanları desteklemek için uydurulan hava civa sözlerin mesuliyetini kalemi kırıklar ödeyebilecek mi?
Ülkede mevcut terör yapılanmalarıyla yapılan mücadeleye daha büyük bir terör tehdidini ekleme riski nasıl bir anlayıştır.
1991 Irak Mülteci sorunu bize daha silahlı bir PKK’yı hediye ederken , 2011 Suriye Mülteci sorunu bize daha silahlı ve etkin bir İşid’i vermeyeceğini kim garanti edebilir.
Mülteci sorunu ve vatandaşlık söylemlerinin ana odağına ve yaratacağı problemlere kimse odaklanmıyor.
Daha önce beyan ettiğim gibi SAĞLIKSAL , SOSYAL ve İNANÇSAL problemlere ek olarak TERÖR problemini de göz önünde bulundurup yapılacak hamlelerinde ev sahibini incitmeden yatak odasına sokmadan çözmek ve bu sorunu dünya sorunu olduğunu unutmadan mesuliyeti dünya ile paylaşarak yapmak lazım.
…
Son iki yüzyıllık serüvende mevcut göçler hep iç göçlerdi.
Lakin Suriye ve Irak göçleri iç göç değildi.
Bunu iyi düşünmek lazım